Aforizmalar.. Virginia Woolf

Yalnızlık Ömür Boyu..

” Şiddet her şeydi. Çiçek açar ve solardı. Güneş, doğar ve batar. Aşıklar sever ve çekip gider. Ve şairlerin kafiyeyle dillendirdiklerini, gençler hayata geçirirlerdi. Kızlar birer güldüler ve ömürleri de bu  çiçek kadar kısaydı. Gece olmadan toplanmaları gerekirdi; çünkü gün kısaydı ve aynı zamanda da gün eldeki tek şeydi.”

Zeplin Yayınları Haziran 2015. Çeviren Nil Sakman

Zeplin Yayınları Haziran 2015. Çeviren Nil Sakman

Kütüphanemin ve yüreğimin baştacı Virginia Woolf 59 yıl yaşadı. O inanılmaz düşünce gücünü, yaratacılığını ve beynini kemiren sesleri, kederleri 59 yıl yaşatabildi. Bir romanı bitirdiğinde depresyona giriyor, yeni yaratım sürecine geçmek aşamalı ve zor oluyordu. Yeteneğini kaybedeceğinden korkuyordu. Daha iyiyi yazmak istiyordu. Oysa insan ruhuna, kimliğine, var oluşuna dair daha ne yazılabilirdi ki! Doğuştan  gelen pek çok defomuzu, ihtiras, kıskançlık, hırs, bencillik ve dahi güzelliklerimizi, insanlığımızı, kırılganlığımızı öyle güzel anlatır ki..

İzlemediyseniz Stephen Daldry’nin harika filmi The Hours’u izleyin derim. Woolf’un Mrs. Dalloway kitabından esinlenen kitap, Woolf’un inişli çıkışlı iç dünyasına ve 1941 yılındaki intiharına da değiniyor. Kendi yarattığı roman karakteri ile iç içe geçmiş bir Woolf izliyoruz.

Filmde Clarissa’dan bir replik: ” That is what all people try to do: to stay alive for each other.” Yani ” hepimizin yapmaya çalıştığı bu: birbirimiz için hayatta kalmak”

Kendine Ait Bir Oda

Ünlü İngiliz yazar Virginia Woolf, hayatımın önemli kahramanlarından biri. İlk kez “Deniz Feneri” ile tanıdım onu. Şanslıyım ki, ilk gençliğim ve neredeyse sonrasındaki tüm yıllarım da yoğun şekilde İngiliz Edebiyatına maruz kalarak geçti, bu alanda üniversite okuyan sevgili ablam sayesinde. Onun içime soktuğu edebiyat zehri, heyhat işte hala bu mecralarda akıyor..

Geçen hafta sizlere Murakami’den bahsetmiş ve artık her yazıda bir kitabına değineceğimi yazmıştım; ama şimdi de kütüphanenin karşı yakasından Virginia, asil topuzu ile göz kırpıyor bana. Ne olur affedin; bugünlük bir Woolf arası verelim. Sizi çağlar arası bir yolculuğa çıkarayım; kah 1900’lerin başı, kah 2000’lerin Japonyası.

Woolf’un 1929 yılında yazdığı Kendine Ait bir Oda kitabında kadın-erkek sorunsalına! değinir. “Kadın sadece edebiyatta değil, hayatta yok sayıldı tarihin bazı dönemlerinde” diyor. Tarihin demesi içimize su serpiyor, ne mutlu ona ki, 2000’lerin Türkiye’sinde kadının konumunu görmedi. Bu buruk gerçeğin tarihin kara sayfalarına sıkışıp kaldığını, o aşamanın artık geçildiğini sanıp rahatlamış olmalı. En azından kendi yaşadığı topraklardaki toplumsal gerçeklik adına. Kitabında -aslında Cambridge Üniversite’sinde bir konferansta yaptığı bir konuşma metni bu- kadına dair pek çok soru soruyor:

-neden kadınlar erkeklere, erkeklerin kadınlara göründüğünden çok daha ilginç görünüyor? (Erkekler kadınlar hakkında pek çok tazı yazmış, oysa o devirde tersi pek rastlanan bir durum değil)

-neden cinsiyetlerden biri bu kadar zengin, öbürü bu kadar yoksuldu

-kadın kutsal mıdır, cahil midir, zayıf mıdır? Ruhu var mıdır? Yeni keşfedilmiş bir örümcek türüymüşcesine kadın cinsinin koca koca adamlar, hocalar, papaz efendiler nezdinde bunca merak uyandırması ne hoş, ne yüceltici değil mi?

Diyor ki Woolf 1918’den önce kadınlar için “uygun” başlıca uğraşlar yapay çiçek yapma, yaşlı kadınlara kitap okuma ya da anaokulunda çocuklara alfabe öğretmekti. Engin hayal gücünü kullanarak Shakespeare’in benzer bir yazınsal dehaya sahip bir kızkardeşi olsa neler yaşardı, bize anlatıyor. Bu dehayı ortaya koyacak ortam bulamayacağı ve erkek egemen tiyatro dünyasında aşağılanacağı için harika soneler yazan bir bayan Shakespeare’i olamayacaktı dünya edebiyatının.

1902 yılında Woolf

1902 yılında Woolf

Ona göre bir kadının -biz ülkemizde kadın kelimesi ve çağrıştırdıklarından utanıp “bayan” adlı bir yeni cinsiyet yaratsak da- kabiliyeti varsa dahi yazar olması için olmazsa olmaz iki şart var:

1) Yıllık 500 sterlin düzenli gelir; yani ekonomik olarak kendini idame ettirebilme becerisi

2) Kendine ait bir oda

Evet kendine ait, rahatça nefes alabileceği, düşünebileceği, zihnindekileri sağa sola çekiştirip yaratıcı olabileceği bir odası olmalı kadının. Sadece yazar olmak için değil, var olabilmek için. Woolf kendisinden 20 yıl önce yaşamış ünlü İngiliz kadın yazarların ev ortamı ve hangi şartlarda yazdığına da kafa yormuş.

Filmini pek beğenerek izlediğimiz ama İngiliz edebiyatına düşkün değilsek o koca kitabı alıp okumadığımız Jane Austin’in ‘Gurur ve Önyargı’ kitabını, evin herkesçe kullanılan oturma odasında, kalabalık gürültü arasında, taslaklarını özenle herkesten gizleyerek yazdığını söylüyor.

Bunca acı ve ızdıraptan sonra, İngiliz kadını nihayet 19. yüzyılda kınanmadan ve ayıplanmadan kitap yazıp para kazanabiliyor. Hazır İngiliz kadının acılarına değinmişken, Türk kadını ile onların bazı temel haklarda kıyaslamasını yapalım bakalım:

İngiltere.                   Türkiye

Oy verme                              1919(kısmen).             1930

Üniversite eğitimi                  1920.                             1914-21

Servetine sahip olma            1880.                             1926

Türk kadını 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile karma eğitim veren kurumlara gitme hakkını elde etti. Vikipedia ülkemizde kadınların üniversite eğitimine katılına dair yukarıdaki iki tarihi veriyor.

Ancak Osmanlı’da ilk kız “idadi”si yani lise 1880’de açılmış, hiç fena değil. Biz Cumhuriyet değerleri ile toplumda pek çok düzenlemeyi zaten yaptık, ama hayatın içindeki aktörler, reisler, toprak sahipleri, dış mihraklar, siyasi oyuncular ve (kimler oldukları hepimizce malum) diğer tüm ilgili zatlar ve örgütler sayesinde bugün maalesef hala kadını Woolf’un anlattığı 18. yüzyıla götürmeye çalışıyoruz. Ama tek kelime ile demek istiyorum ki: gitmeyeceğiz!

Kadın ve toplumdaki ya da edebiyattaki yeri üzerine okunacak, söylenecek çok şey var. Tavsiyem zehir gibi bir beyni ve analiz gücü olan Virginia Woolf’un bahsi geçen kitabı ile başlayın, pişman olmayacaksınız.